“Kaderim beni Şişli’nin orta yerine bıraktı!”
Soner Arıca’ya göre, Şişli demek onun çocukluğu demek... Osmanbey’de okul, Teşvikiye’de ev ve İstanbul’da yeni yeni öğrendiği sinemalarla büyümüş. Nişantaşı ise onun için bir başka, “Buradan bir film çıkar, çünkü gerçekten sonbaharda Nişantaşı’nda hayli duygulanırım” diyor.
Sahne performansıyla, müziğiyle ve kişiliğiyle hep kendine özgü olmuş biri Soner Arıca. Ve tabii fiziğiyle de, o sebeple iyi bir mankendi de... Teşvikiye-Osmanbey hattında, Şişli’de çocukluğu geçen, bir komşumuz. ‘Yılların eskitemediği bir sanatçı’ tabiri vardır ya, işte o gerçekten öyle biri... Hala kendine özgü, hala farkındalık yaratan... Aynı zamanda sadece müzikle sınırlı kalmamış, bir de kitap yazmış: ‘Belki de Hiç Unutmadım’. TRT FM’de yaptığı ‘İçimizden Geldiği Gibi’ adlı bir programı da var. Şimdilerde yeni bir şarkı ve klibin hazırlığı içinde, bu ay içinde sevenlerine bir sürpriz yapacak.
Hayatın renkli her alanından kendine uyan bir köşe bulan komşumuz sanatçı Soner Arıca ile onun dinamik dünyasına doğru yola çıktık. Samimi bir sohbet oldu.
Müzik alanındaki kariyeriniz önplana çıksa da, aslında bir dönemin en özgün tarza sahip modellerinden biriydiniz... Modelliği neden daha kısa ömürlü tuttunuz?
Bunu bazen ben de düşünüyorum ama sanırım altında yatan büyük neden müziğe daha fazla kanalize olabilmekle ilgiliydi ki zaten aslında hep müzik; daha doğrusu sanat için hazırlanıyordum hayata. Modellikte ise çok başarılı ve aranılan biriydim, fakat kendi albüm kapaklarım ve kliplerim için yapmaya devam etmiş oldum; e bu da fena değil sanki!
Modellik demişken, yıllara meydan okuyan genç ve formda görüntünüzü neye borçlusunuz? Nedir bu işin sırrı?
Öyle bir sır var mı? Bilmiyorum; zihnim o kadar çok kelime, ses ve resimle ilgili ki bana ne olup bitiyor? Açıkçası çok da farkında değilim, ha belki bunu düşünmemek daha dinamik olmamı sağlıyordur ama biyolojik her şey dönüşmeye ve değişmeye mahkum, buna enerji de dahil belki ama en azından biyolojiye nazaran daha uzun süre iyi kalınabilir. Tabii ki beden-ruh-zihin arasındaki denge önemli, o yüzden bu denge için abartısız bir otokontrolüm var kendi üzerimde.
Öğrenciliğinizde edebiyatı tercih ettiniz. Bu birikimle bir de kitap yazdınız. ‘Belki de Hiç Unutmadım’ adlı kitabınızı yazmaya sizi motive eden unsurlar neydi?
İnsan en çok sustuklarını yazmak istiyor sanırım; gerçi çok suskun olduğum da söylenemez, son yıllarda daha az konuşmaya başladım ama gerçek ‘büyük konuşmalarımı’ susarak yapıyorum galiba, o kadar sessizlik de bünyeye zarar! İşte köşeler, şarkılar, şiirler atıyorum, içimde birikmiş sessizlikleri sağa sola, üstelik bu sadece kendim için değil başkalarının duygu dünyaları adına da sustuğum şeyler, bak aklıma iyi geldi ‘sustuğum aslında konuştuğumdu’ iyi bir şarkı adı olabilir. Yazı insanın kendisini arama yolculuğundaki en gerekli araçlardan biri bence.
“Büyük kardeş, küçük kardeşin kulağını çeker” derler ve siz yedi kardeşin en küçüğüsünüz! Çocukluğunuz bu anlamda nasıl geçti?
Çoğunlukla mutlu ama bir karmaşa içinde de sanki... Aile kalabalık olunca üzüleceğin ve sevineceğin durumlar da kalabalık oluyor, en küçük kardeş olmanın şımartılma tarafıyla ilgili ne yaşadığımı gerçekten bilmiyorum ama okulda, sokakta hep sevildiğimi ve onaylandığımı hissettim gibi, içimde öyle tuhaf bir ses var ‘tanıyan beni sever’ diye... Belki de kendime torpil yapmak istiyorumdur, tam karşılığı olmasa da çocukluğum biraz ‘Neşeli Günler’ filmindeki gibi bir atmosferde geçti diyebilirim, özünde sevgi vardı ve çok değerliymiş.
Sosyal medyadaki paylaşımlarınızdan gördüğümüz kadarıyla 10’lu yaşlarındaki yeğenlerinizle gıpta edilesi bir diyaloğunuz var. Özele gireceğim, çocuk sahibi olmayı düşünüyor musunuz?
O konuda doz aşımı yaşayacak kadar oldum zaten sanki! Bir babanın çocuğuyla yaşayabileceği her şeyi değişik defalarda değişik yeğenlerimle yaşadım, hatta ben fazla fazla yaşadım gibi geliyor bana, babaları da olsam reşit olduklarında gideceklerdi, yani bugün ne yaşıyorsam o olacaktı hayatım, iyi böyle... Ve tanımadığım çok sayıda çocuğun hayatına dokunuyorumdur şarkılarımla, bu da babalık bence.
Peki, yolun başlarındaki, özellikle müzik yolunun başlarındaki gençlere neler önerirsiniz?
Yolun başındakiler için formüller neredeyse mevsimlere göre değişir hale geldi, bu tabii ki şaşırtıcı bir şey, fakat sistemler ve zevkler o kadar hızlı dönüşüyor ki kimseye “Şunu şöyle yap” diye öneremez hale geliyor insan, kendisine bile... Ama hiç değişmeyecek net bir şey var; mutlak özgün bir tavır için tutkuyu unutmadan çalışmak. Bu her konuda zorunlu formül, bir de insanın yeteneğine sırtını yaslamak yerine o yeteneği sosyalleştirebilecek birine dönüşmesi - hatta bu son söylediğim bazen daha önemli; çok yetenekli insan gördüm, insani zayıflıkları yüzünden başarıyı kapris aracı yapan... Aslında ihtiyaçları kucaklanmaktı ve bu alan ne yazık ki seni olur olmaz yerde kucaklamaz. “Tutku, özgünlük, sabır ve çok çalışmak” derim ben.
Biraz da yaşadığımız semtten bahsedelim... Sizi Şişli’ye çeken ne oldu?
Kaderim beni Şişli’nin orta yerine bıraktı! 13 yaşımdayken Şişli Koleji’nde eğitim için Fatsa’dan geldim, o zaman Teşvikiye’de bir yaşam başladı ve sonra hep bu alanda devam etti. Ben Şişli’yi çocukluğum kabul ediyorum; özellikle sonbahar ayları Nişantaşı beni çok etkiler, Osmanbey’de okul, Teşvikiye’de ev ve İstanbul’da yeni yeni öğrendiğim sinemalar filan... Sana bir şey söyleyeyim bak... Buradan bir film çıkar, çünkü gerçekten sonbaharda Nişantaşı’nda hayli duygulanırım ben, gözlerim dolar hani bazen... Bilmiyorum, bir gün bu semtten uzaklaşırsam çocukluğumdan tamamen kopmuş olacağım ki, bir kısmında zaten Fatsa’dan ayrılarak koptum, bu konular benim gibi duygusal içerikte şarkılar yazan biri için tahmin edemeyeceğin kadar dokunaklı, o yüzden “Kader bağladı!” diyerek bırakıyorum.